AKP, Serbest Piyasa, AB ve Kriz





Onsekiz yıldır siyasal İslamcılık ekseninde neo liberal politikaları uygulayan, doğu ile batı arasında salınırken gerek siyasi gerek ekonomik konularda kendince “denge politikası” güden AKP iktidarı, dengesiz açıklamalarını ve hamlelerini sürdürüyor.

Daha dün Saray’ın merdivenlerinde kaftan, kılıç, kalkanla neo Osmanlı pozları kesip “Hristiyan” batıyı kıskandırırken, AB’ye girmek için hazırlıklar yapılacağını Mehmet Barlas’tan öğrendik. Damat Berat, yabancı yatırımcılarla yaptığı görüşmeler sırasında serbest piyasaya sadakatini tekrarlarken, meğer serbest piyasanın öyle çok matah bir şey olmadığını da Numan Kurtulmuş’tan öğreniyoruz. Zaten, bizim dışımızdaki dünya da öyle zannettiğimiz gibi tamamıyla serbest piyasacı değilmiş! 

Şaşırtıcı açıklamaları bununla bitmeyen Kurtulmuş, daha önce “Türkiye'nin milli bir ekonomisinin, milli stratejik bir sanayisinin oluşmasını engelleyen bir anlayışın” hakim olduğunu, “Son 4-5 yıldır bu anlayışın ciddi bir şekilde değiştiğini ve Türkiye’nin başkasına muhtaç olmaktansa kendi milli ekonomisini, milli teknolojisini ve sanayisini geliştirmek için yerli üretim yapmaya başladığını” gözümüzün içine baka baka söyleyiverdi.

Yerli tohumu yasaklayıp ülke tarımının geleceğini birkaç yabancı şirkete bağlayan AKP iktidarının, soğan fiyatlarını depo baskınlarıyla kontrol etmeye çalıştığını ve çözümü soğan ithalatında bulduğunu unutmadık. 25 ilde patates ekimini yasaklamasından hemen sonra patates ithalatının önünü hangi yandaş için açtığını merak etmeye devam ediyoruz. Yükselen et fiyatlarını yine ithalatla dize getirmeye çalıştığını ama bu alanların hiçbirinde üretim namına tek bir adım atmadığını hatırlıyoruz. Bu kafanın bırakın sanayisini geliştirmek için yerli üretim yapmayı, tarım ve sanayide var olan üretim alanlarının bir takım ortaklıklar ve işbirlikleri üzerinden yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çektiğini gözlemliyoruz.

Bugüne kadar yapılan onca özelleştirmede güdülen amaç ve varılan sonuçların özeti, bugünlerde kendi partisi ile siyasete yelken açan Ali Babacan’ın Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde gerçekleştirilen ve tarihin en büyük soygunlarından biri olarak kayda geçen Telekom özelleştirmesidir. SEKA özelleştirmelerinden Tank Palet Fabrikası hikayesine, AKP’li belediyelerin ihalelerine kadar her işte temel mantığın iktidar çevresi ve yandaş sermaye fraksiyonunu kalkındırma üzerine inşa edildiğini hepimiz öğrendik. Hangi serbest piyasa, hangi kural, hangi yerli üretim? 

IMF’nin de dahil olduğu otoriteler, Kamu Özel İşbirliği modelinde, doğrudan ve koşullu yükümlülüklerden kaynaklı mali risklerin kamu finansmanını olumsuz etkileyeceği hususuna dikkat çekiyor. AKP ise, kendi sermaye fraksiyonunu yaratmak uğruna KOİ modeli ile yaptırdığı otoyol, köprü, havaalanı, şehir hastaneleri gibi devasa yatırımlara verdiği dövize endeksli ödeme garantileriyle önümüzdeki otuz yılı ipotek altına aldı. Salgın koşullarında beş maske dağıtmaktan aciz olan iktidara, bunca projeye hangi serbest piyasa kuralına göre potansiyelinin çok çok üzerinde ödeme garantisi verdiğini sorduğumuzda, ya akıllara zarar “ticari sır” duvarına ya da açıkça “hesap vermeme” restine takılıyor ve soygunu naklen izliyoruz. Bu esnada başımızı biraz çevirdiğimizde, muhalefetin de arkamızdan bu manzarayı bizlerle beraber izlediğini fark ediyoruz. 

Salgının başından bu yana oluşan ve milyonlarla ifade edilen yeni işsizlik dalgası “ücretli izin” illüzyonuyla maskelenirken, iktidarın bu meziyetini DİSK ve CHP’nin de "mücadelenin zaferi" diye alkışlaması, gelen tepkiler sonrası geri adım atmalarına bakılmaksızın çok önemli bir başka gösterge olarak kenara yazılmalı. Sınıfsal olarak, iktidarın ve düzen içi muhalefetin çalışan kesimlere karşı sermayeden yana aynı çizgide buluşması herhalde bizler için çok şaşırtıcı değil. AKP, iktidarının varlığını sürdürülebilir kılmak için cihatçılarla kol kola Suriye topraklarında savaş seçeneğini, üstelik tam da seçim üstü gündeme getirdiğinde de benzer bir durum yaşanmış ve CHP koşa koşa gidip tezkereye “evet” diyerek Saray’a koltuk değneği olmuştu. 

Şimdilerde de Libya’da savaşa girdiğimiz söyleniyor. Özetle, CHP sizden bizden çok Saray'a lazım. Bu gereklilik, mesela tezkereye onay almak için meclis aritmetiğine dayalı bir muhtaçlıktan değil, toplumda rıza üretmenin bir aracı olarak Saray için hayati önemdedir. Bir süre daha iktidara karşı kızgınlığınızı CHP'li birkaç milletvekilinin akşamları atacağı twitlerle soğutmanız gerekecek. Yoksa, muhalefetin de aslında kendi alanında bir küçük iktidar olduğu, mevcut koşullarda bunu korumanın ve pastadan pay almanın mücadelesini verdiği gerçeğiyle yüzleşmek kaçınılmazdır. 

Saray rejimi, “milli ekonomideki anlayışın yükselişi” vb gibi laflar ediyorsa bilin ki hiçbir kural tanımayan serbest piyasacılığın, üzerine Osmanlı mührü vurulmuş “yerli ve milli” versiyonu olan bu talan tezgahı salgın sonrası bütün acımasızlığıyla işlemeye devam edecek. 

Salgının kapitalizmi yıktığı bir masaldır ancak dünya yüzünde bütün dengeleri alt üst ettiği bir gerçek. AB’nin iç sorunları kendi boyunu aşarken, AKP’nin iç politikaya oynamak için yandaş kalemlerin ağzından üfürdüğü “AB’ye girme hazırlıkları” kimsenin umurunda olmaz. 

Salgın sonrasında, değişen insan davranışlarının beklenen tüketim eğilimini gerçekleştiremeyeceğini, zaten gırtlağına kadar borçlu olan şirketler ve hanehalkının yeniden borçlandırılması üzerine kurulu bir "kurtuluş reçetesi"nin iyileşme getirmek şöyle dursun, ölümcül riskleri tetikleyeceğini, bankalar ve yandaş şirketleri kurtarma operasyonlarıyla borçların halka ödetmek üzere kamuya geçirildiğini, ithalat ve ihracattaki ciddi sorunların yanısıra başta turizm ve otomotiv olmak üzere sanayide gerilemenin, dolayısıyla ekonomide kötüleşmenin, iflasların, işsizlik sorununun ve bütün bunlara paralel olarak otoriterleşmenin artarak devam edeceğini öngörmek kehanet değil. Kriz karşısında halkı değil, dolar 7’yi geçince yönetmelik çıkarıp finansal dehasının kodlarını korumaya kalkan bir iktidardan söz ediyoruz. Kaos kapımızda. 

Siyasi ve ekonomik açıdan epeydir ortaya çıkmış bulunan yönetim krizi, bir süre daha kuralsız bir “çok serbest piyasa” tezgahıyla idare edilmeye çalışılacak olsa da, sonrası muhalefeti de içine alan kökten değişim senaryolarına açık hale gelmektedir. Bu, emperyalizmin yeni sürüm “demokrasi” oyunlarını test edeceği doğal ortamın oluşmakta olduğunu gösterir. Dolayısıyla, “demokrasi” ve devrimi dert edinmeyen “sol” için yeni sürüm analiz konuları yolda demektir!

Dünyada iktidarlar ve sermaye çevreleri, mevcut düzeni sürdürülebilir kılmak için finansal krizin ve reel üretimdeki tıkanmanın nasıl aşılacağına kafa yorarken (ki durum oldukça ümitsiz), günübirlik politikaları saatler içinde elinde patlayan AKP, artık anlık “cambaza bak” oyunlarıyla toplumun ilgisini sahnede tutmaya çalışıyor; AB, serbest piyasa, yerli ve milli sanayi hamleleri vb, devasa sorunları örteceği ümit edilen birer perdedir ve onlar da dakikalar içinde dökülmektedir. 

Muhalefet cephesinde ise, dün olduğu gibi bugün de örgütlenme meselesi birinci öncelik olarak önümüzde durmaktadır. Konunun, solda pratik açıdan pek kimsenin umurunda olduğu söylenemez. Hatta, teorik üretim açısından koşulların uygun olmadığını üfürenler de var. Ancak, bu çevre içinde "seçim ve sandık" dendiğinde daha çok heyecanlanan bir kesim olduğunu da hayret ederek izliyoruz. 

Kısaca, sol açısından baktığımızda, kapımıza dayanan kaosun doğurgan olduğunu düşünüp umutlanmak için gerekli araçlardan halen yoksunuz. 

Bu nedenle, bundan sonra daha çok muhalefetin halleri ve geleceği üzerine kafa yoralım isterim.


Yorumlar

Popüler Yayınlar